...Sonra yeni binaya taşınıldı. Zuck yaşlanmıştı. Yeni bina bu yakarıyı tanımıyordu. Arada bir duyulsa da bu tınılar sağır duvarlara bir şey söylemiyordu. Ona yabancıydı. Onu hiç içine sindiremedi. Bu duvarlar, huzuru, bilgeliği ve barışı henüz tanımıyordu. Tanıyacak fırsatı da kaçırmıştı. Çünkü o ‘gül bahçesi’ bu binanın hiçbir duvarına dayanamıyordu artık. O bina, gel-gitle bir yükselip, bir alçalan koyu renk, (gücü kendinden gelmeyen) hırslı suların çevrelediği ve dövdüğü kayalık bir adaydı sanki. Dingin ve güzel bir atmosferde, kendisiyle barışık olağanüstü gayretin ve büyük bilginin değerini bilmesi olanaksızdı.....Hanna’yı kaybedip yalnız başına yaşamaya başladığı günlerden birinde sabah kahvaltısından hemen sonra, alışkanlığın da etkisiyle terasa çıktı, sezlonga uzandı. Nasıl olduysa uykuya daldı. Gitme vakti geldiğinde çan, tıpkı Hanna’nın ona dokunduğu günlerdeki gibi çaldı ve Strauss’u uyandırdı. Hanna’nın yaptığı sandı, uyku mahmurluğu içinde ve hemen seslendi:-Tamam Hanna, şimdi geliyorum.Rüzgar, terastaki canı tam da Strauss’un kalkması gereken dakikada hareket ettirmişti.