Hani bazen yılgınlıklarımız olur. İçimizde patlamaya hazır bir yanardağ gibi kocaman bir ağırlık büyür. Büyüdükçe daralır, daraldıkça kalbimiz sıkışır. Biz orta yerde, hayat etrafımızda umursamaz bir şekilde zafer çığlıkları atarak adeta ateş dansı yaparız. Kimliksiz bir zavallıya dönmüş ruhumuzla kaçamayız. Bağıramayız… Dişlerimizi sıkarız. Dişlerimiz acır. Hangi sancı çaresizliğe bu kadar kolay teslim olur ki… Sonra her korku suskunluklarımızda büyür. Hani kelimeler dilimizden dökülse, sanki sahiden olacak ve her şey bir anda bitecekmiş gibi. En güzel anlarımıza yapışıp kalır tüm gerçekler. Mesela en içten kahkahalarımız birden yarım kalır. Ya da çiğnediğimiz en lezzetli yemeğin tam orta yerinde, sanki ağzımıza bir diken batar. Öyle çok hissederiz ki yavaş yavaş yemek borumuzdan aşağıya inen lokmalar, saplanan pıtırakların birer birer sökülmesi gibi kanatır, acıtır, kahreder. Baharda çekilmiş renkli bir fotoğrafın, bakmaya doyulmayan o yeşil tarlalarının orta yerinden akan nehrinden birden kıvılcımlar çıkar. Her kıvılcımın üstünde “kötü” yazıyordur. Kötü kötü kötü..! Kötü, kelimesini ne diye icat etmişler ki… Bir insanın yaşarken, hayatla olan bağlarını dört harfli bir kelime ile her geçen gün azaltıp yok etmesi için mi? Ya da bir cellât kılığına bürünsün ve her güzel cümle içinde elinde bir urgan, tüm yazılan muhteşem şiirleri asmaya hazırlansın diye mi? Bilmiyorum…
Tanıtım Metni